Dünya artık çok küçüldü. Dünyanın bir ucundaki olay sadece çıktığı veya vuku bulduğu yerde değil bütün dünyada etkisini anında hissettiriyor. Yani hiçbir vakıa kendi bünyesinde meydana gelip kısa etkiler bırakmıyor. Etki dalga dalga bütün dünyaya yayılıyor. Bu birazda globalleşmenin sonucu.

Yüzyılın başında iki kutuplu dünya da kapitalizm ve komünizm konuşulur bu iki kutbun ekonomi politikalarından bahsedilirdi. 1990’lı yıllardan sonra tek kutuplu dünya ile karşı karşıya kaldık. O günden sonra ekonomi politikaları liberal politikalar üzerine kurgulanmaya başlandı. Bütün ülkelerin önemli sorunları arasında olan enflasyon ile yani fiyat artışları ile mücadele gündeme gelmeye başladı. Enflasyon canavarını durdurmak için para politikaları araçları devreye girdi. Ancak bu da bir başka sorunu gündeme getirdi. Özellikle gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkeler enflasyonun yanı sıra döviz ve faizle de mücadele etmeye başladılar. Türkiye de bu ülkelerden birisi.

Enflasyon mal ve hizmet fiyatlarının genel seviyesinde yaşanan sürekli artış olarak tanımlanır. Mal ve hizmetlerin fiyatları zaman içinde artış gösterdiği gibi düşüş de gösterebilir. Enflasyondan bahsettiğimizde sadece bir veya birkaç mal ve hizmetin fiyatlarındaki artıştan değil, ortalama bir tüketicinin yıl içinde kullandığı bütün mal ve hizmetlerde meydana gelen genel fiyat değişikliğini ifade etmiş oluyoruz. 

Üretim, tüketim arasındaki dengeyi iyi korumamız gerekiyor. Üretim ayağında da iç piyasa da gerçekleşen üretim kısmının genişletilmesi gerekir. Bunun içinde ithalata dayalı üretim yerine mümkün olabildiğince % 100’e yakın yerli üretim yapılmalıdır. Ancak ülkeler her ürünü mutlak surette iç piyasada üretemeyebilirler. Bu durumda dış ticaret gündeme gelir. İçeride ürettiğimiz ürünleri ihraç ettiğimiz ve ülkeye döviz kazandırdığımız gibi bazı ürünleri de dışarıdan ithal ederek dışarıdan aldığımız ürünlere döviz ödememiz gerekir. İşte film de burada kopuyor. İç ve dış ticaret dengesi sağlanamayınca cari açık veya cari fazla gündeme gelmektedir. Genellikle gelişmekte olan bizim gibi ülkeler maalesef cari açıkla boğuşmakta. Cari açığı en temel şekilde şöyle izah edebiliriz. Dışarıdan aldığımız ürünlerle dışarıya sattığımız ürünler kıyaslandığında dışarıdan daha fazla mal aldığımız durumlarda ve bunlara daha fazla ödeme yaptığımızda, gelirimiz giderimizi karşılamadığında cari açık ile karşı karşıyayız demektir. Peki bu açığı nasıl azaltabilir veya yok edebiliriz. Bununla baş edebilmenin yolu öncelikle ithalata dayalı ihracatta olabildiğince hammadde, yarı mamul vs. ülke içinde üretimine geçmek. Ayrıca üretim girdilerini etkileyen faktörlerde de yerli üretime geçebilmek. Burada en temel girdi yani gider kalemi enerji ve petrol. Bu iki kalemde hala büyük oranda ithalatçıyız. Cari açığı azaltmanın bir diğer yolu turizm gelirleri veya yurtdışındaki döviz cinsinden birikimlerin ülkeye giriş yapması. Turizm de fena değiliz ancak turizm destinasyonlarını çoğaltmamız gerekir. Salt deniz turizmi bunun için yeterli değildir. Doğa ve kültür turizmi, termal ve sağlık turizmi vs. arttırılarak farklı kalemlerden de yurt dışından döviz girişi sağlamalıyız. Tabi bütün bunları yaparken içerde de dış tüketimi azaltmalıyız. Lüksten biraz fedakarlık yapmalıyız. İsraftan kaçınmalıyız. Bugün ne yazık ki kamu,özellikle yaptığı yatırımlar başta olmak üzere birçok konuda aşırı derece de israf ekonomisine çalışır vaziyette. Kamu harcamaları kontrol altına alınıp bir disiplin çerçevesinde harcamalar minimum seviyeye çekilmelidir. Kamu harcamaları içinde en göze çarpan ve en çok sorun teşkil eden kısmı personel giderleridir. Bir dönem kamuda KİT’ler vardı. Zarar ediyor, siyasilerin arpalığı haline geliyor diye bunların büyük çoğunluğu satıldı. Şimdi KİT’lerden eser yok. Satılan fabrikaların çoğu da kapanıp gitti. Ancak kamuda adam kayırma bitmedi. Bu kez başta belediyeler olmak üzere kamu kurumlarına sürekli siyasi saikler ile personel alınmaya devam edildi. Şu an kamu bu yükü karşılayamaz duruma geldi. Belediyelerin hemen hemen hepsi borç batağında. Yatırıma ayırabilecek bütçe bulamıyorlar. Bu handikaptan kamu bir an evvel kurtarılmalıdır. Artık kamu istihdam merkezi olmaktan çıkmalıdır.

Gelelim döviz boyutuna. Ülkemiz yeterli döviz rezervine sahip değil. Yurt dışından alınan malları karşılamakta zorlanıyoruz. Özellikle teknoloji alanında yeterli yatırımımız olmaması nedeniyle teknolojik ürünlere ödediğimiz dövizin haddi hesabı yok. Millet olarak da teknoloji açlığımız bir türlü doymak bilmiyor. Döviz ihtiyacımızın her daim artması ve yeterli döviz stokumuzun olmaması yani döviz açığımız dolayısıyla dövize talep artınca birde buna kurun baskı altında tutulması eklenince ister istemez kur da Tl nin aleyhine artışlar oluyor. Tl değer kaybediyor. Bir yandan enflasyon ile mücadele edeceğiz diye çırpınırken dövizi de baskılama ihtiyacı doğunca ister istemez para politikalarını belirleyen Merkez Bankası frene basmak için faiz kozunu kullanıyor. Politika faizinde artışı tercih ediyor. Bu bir miktar kur da gerileme sağlasa da piyasalara yeterli güven verememesi ve ülkenin yeterli döviz rezervi olmaması nedeniyle kurlar bütün baskılara rağmen yeniden artış yönüne geçiyor.

Dövize olan talebin frenlenememesinin bir diğer sebebi ise para politikalarını belirleyen kurumları yönetenlerin sürekli değişmesi. Son bir yıl içinde 3 Merkez Bankası Başkanı atandı. Bu da piyasalar olan güveni zedeliyor. Aslında meselenin çözümü Merkez Başkanının değişimi değil, uygulanan yanlış ekonomik politikaları bir kenara bırakarak, yapısal köklü çözümlere gitmekle olur. Devletin uyguladığı yanlış politikaları tek başına Merkez Bankası çözemez. Elinde sihirli değnek yok. Burada ciddi problemlerden biri de borçlanma. Hem iç hem de dış borçlanma ve günü geldiğinde bu borçların ödenmesi için gerekli paranın bulunması özellikle de dış borcu ödeyebilmek için dövize ihtiyaç duyulması piyasaların altını üstüne getiriyor. Kamu borç yükü sürdürülebilir olmayınca olay bir handikaba dönüyor. Bu satırları okuyunca yahu bizim dış borcumuz yok ki diyebilirsiniz. Siz öyle zannedin başta garanti kapsamında yapılan yatırımların finansmanının yurtdışından temin edilmesinde de devlet garantör. Borç veren kurum ve kişiler devletin garantisini istiyor. Devlet kendi içinde yaptığı yatırımlara finansman temin ederken yine dış kaynak arayışına giriyor. Dolayısıyla bizim dış borcumuz hala var. Borcu çevirebilecek gücümüz olsa sorun yok diyeceğim. Ama bu borcu çevirecek şu an da yeterli kaynağımız yok. Ayrıca bugüne kadar bazı varlıklar satılarak kaynak elde edildi. Şu anda satacak bir şey de kalmadı desek yanlış olmaz.

Elimizdeki mevcut kaynaklarımızı rantabl kullanamaz isek, lüks tüketime dur demezsek, üretmeden tüketmeye devam edersek, dışarıdan ithal ettiğimiz ürünleri karşılayacak iç üretim yapamaz isek bu kısır döngü içinde dönüp duracağız. Kağıt üzerinde büyüdük demekle bu iş olmuyor. İşsizlik rakamları neredeyse % 15 seviyelerinde. Ve işsizlikle boğuşan kitlenin büyük çoğunluğu üniversite mezunu yani nitelikli denilen sınıf. GSYİ hasıladan kişi başına düşen miktar belli. Bir dönem 10.000 dolar seviyeleri konuşuluyordu, bir türlü o seviyelere gelemedik. Ülke ve halk gittikçe fakirleşiyor. Dışarıdan baktığımızda herkesin altında araç var, herkes ev alıyor bu nasıl oluyor diyebiliriz. Bu alımların da büyük çoğunluğu borç ile yapılıyor. Yani cebimizdeki parayla değil bankalardan aldığımız krediler ile alıyoruz. Bankalar da kredi verebilmek için yine dışarıdan kredi alıyor. Ve yurtdışından getirdiği parayı halka kredi olarak veriyor. Nereden bakarsak bakalım kısır bir döngü içinde dönüp duruyoruz.

Bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu var, katma değerli ürünler üreterek yurt dışına satabilmek. Ayrıca yurt dışından alınan ürünlere fren koymak yani tasarruf etmek ve israftan kaçınmak. Yani saltanat sürmekle değil, ayağımızı yorgana göre uzatmakla olur.