Osmanlı İmparatorluğu’na halifelik ünvanı ile taçlanmasına vesile olan ve döneminde Türkler için büyük bir tehlike olan İran Safevî Devletine büyük bir darbe vuran Yavuz Sultan Selim’in ölümüne sebep olan ve asıl adı “Aslan Pençesi” olan çıbanın adıdır şîrpençe. Tıptaki adı karbonküldür.

Şîrpençe daha çok ense, vücutta kaba et olarak bilinen yerde ve sırt bölgesinde birden çok çıbanın birleşmesiyle meydana gelen, hızlı bir şekilde yayılan bir çıban türüdür. Bu hastalığa genellikle stafilokoklar neden olur.

Şîrpençe, genel olarak sağlık şartlarının bozukluğu, giysi tahrişleri, fiziksel yıpranma, akne, dermatit, permisyöz, anemi ve çeşitli sağlık sorunları sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Bu hastalık genellikle yaşlılarda, hasta insanlarda, bağışıklık sistemi güçlü olmayan kişilerde ve diyabeti olan erkeklerde kendisini gösterir.

Şîrpençe şiddetli ağrı, yüksek ateş, titreme, halsizlik ve başağrısı şeklinde ortaya çıkar.

Yavuz Sultan Selim 8 yıl 5 ay gibi bir süre Osmanlı tahtında padişahlık yapmıştır. Kısa süren padişahlığa çok şeyler sığdırmıştır. En önemli seferi Mısır seferi olmuştur. Şah İsmail’den sonra Mısır’a yönelen Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferinden zaferle dönerek, kutsal emanetleri, halifelik ünvanı ile birlikte payitaht İstanbul’a getirmiştir. Bu büyük padişah ahir ömründe yakalandığı Şîrpençe hastalığı ile hayata veda etmiştir. Yavuz Sultan Selim gibi celalli bir padişahı deviren bu hastalığın hikayesini hep birlikte tekrar hatırlayalım.

Yavuz Sultan Selim Belgrat üzerine yürümek için Edirne’ye yaklaştığı sırada başında ve sırtında bir ağrı hisseder. Daha sonra başına ağır gelen sarığını çıkarır. Bu duruma şahit olan yanından hiç ayrılmayan Hasan Can, padişaha şaka yollu;

Bu dünya iki sultana az!”dediğini hatırlatarak “Meğer hünkarım dünyaya sığmayan kafa, bir sarığa sığarmış,” demiş. Sultan, Hasan Can’ın bu şakasına karşılık vermeyince de Hasan Can, Sultan’ın bir derdi olduğunu sezerek kendisine, bir derdiniz mi var, Sultan’ım diye sorar. Bunun üzerine padişah Yavuz Sultan Selim, sırtında bir çıban olduğunu, azıcık acıdığını ve ellerini yıkayıp bunu sıkmasını söyler. Hasan Can dikkatlice çıbana bakar ve Sultan’a bunun sıkılmaması gerektiğini, bir hekime gösterilmesinin daha iyi olacağını ifade eder. Fakat padişah çıbanı küçümseyerek sıkılmasını emretmiş. Hatta “Sen bizi çelebi mi, bilirsin ki bir çıban için hekime müracaat edelim?”demiş. Daha sonra Edirne hamamına varıp çıbanı sıktırtmış. Meğer çıban habis (kötü, illet) imiş. Ağrısı ve etkisi bedene yayılmış. Bu sefer de hekimler çare bulamamışlar. Sultan ateşler içerisinde yanmaya başlamış. Bunu yoldaşlarına, askerlerine duyurmasınlar diye nedimlerine tembih etmiş. O haliyle atına binip ordunun önüne düşmüş. Bir vakitler babasıyla mücadeleye giriştiği Rumeli yollarına koyulmuş. Tam Uğraş Deresi yakınlarına gelindiğinde artık Poyraz’ın sırtında duramaz olmuş. Ertesi gün ateşi artmış ve mecalden düşmüş.

O sırada Hasan Can ile arasında şöyle bir diyalog geçmiştir:

“Hasan can, Halimiz nicedür ?”

“Devletlûm, Allah ile olma zamanıdır.”

“Bre, Hasan Can sen bizi bunca zamandır kiminle bilirdin? Var şimdi vezirimiz Piri’yi çağırıver ahir ömrümüz de söyleyeceklerimiz vardır.”

“Hasan Can gidip veziri çağırmış. Oğlu Süleyman’ın tahta çıkarılmak üzere İstanbul’a davetini emretmişler. Sonra da hekim Ahi Çelebi’ye sormuş:

“Bre Ahi! Nedir bu illet, doğru söyle, zinhar saklama!”

“Devasızdır hünkârım, adına şîrpençe” derler.

 “Yani ki yedi benin tılsımı tamam olmuştur. Öyle mi?”

“Sözün burasında Ahi Çelebi üzgün, iki yanına bakınıp başını sallamış. Meğer Sultan’ın bedeninde yedi beni varmış. Amasya’da doğduğu zaman bir derviş kapıya gelip doğan bebeğin yedi beni olup olmadığını sormuş ve öğrenince de bebeğin sultan olacağını ve saltanatı esnasında yedi kişiye galip geleceğini söyleyip gitmiş. Hekim Ahi Çelebi’nin söylediği de bu imiş. Bu yedi bene karşılık olan yedi kişiyi şöyle saymışlar:

Sultan’ın babası Sultan Bayezıd, kardeşi Şehzade Ahmet, yine kardeşi Şehzade Korkut, Şah İsmail, Alaüddevle, Kansu Gavri ve Tomanbey Sultan, hekimin sözleri tamamlanınca güçlükle nefes alır gibi solumaya başlamış. Artık konuşmakta zorlanıyormuş. Hekimine sormuş:

“Şîrpençe ha!”

“Evet hünkârım, çıbanın adı şîrpençe. Yedi beninizin sekizincisidir.”

Allahü Ekber. Şimdi çekilesiniz beni Hasan Can ile baş başa bırakın, der.

Bak Hasan, Can! Şahit olasın ki, babamızın hakkını öderiz. Burada karşısına dikilmiş tahtını istemiştim. Sonra İstanbul’da öfkeme kapılıp göğsünden elimle ittirmiştim. O da bana;

İlahi oğul! Beni berbat edip tahtımdan ettin. Dilerim Allah’tan, sen de genç yaşında berbat olup şîrpençeler elinde gidesin!” demişti.

“Ben bu şîrpençeyi hep aslanpençesi veya pençesi aslan gibi olan biri diye düşünürdüm ve yıllardır aklımdan çıkarmak isterdim ama yüreğimin bir köşesinde acısını hep duyardım. Sekiz yıllık Saltanatımda durmadan çabalamam bu yüzdendi. Genç iken çok iş yapabilmek içindi. Allah bana küffar ile savaşmayı ve zaferleri nasip etsin diye hep dualar ettim ama işte bak tam küffar üzerine giderken baba ahına uğradık. Hem de adıyla sanıyla şîrpençelere uğradık. Mecaz, hakikat oldu. Allah beni affetsin”.

Bunun üzerine Hasan Can, sultana abdest aldırıp başucunda Yasin-i Şerif okumaya başlamış. Hasan Can surenin bir yerinde hata yapınca ölüm döşeğindeki padişah, ey Hasan Can ayeti baştan al yanlış okudun, diyecek kadar şuurlu bir sultandı.
Yasin Suresi’ndeki “zalike taktirul azizil alim” (İşte bu aziz olan Allah’ın takdiridir.) ayeti bittiği an Yavuz Sultan Selim Han ruhunu teslim etmiş.

Hasan Can “O sırada Sultanımın yüzünde bir tebessüm vardı ki volkanlar coşar, sular akar gibiydi. Latif bir tebessümdü ki onu ilk kez bu türlü gülerken gördüm.” demiş.