Mutluluk dediğimiz şey aslında çok basit bir şeydir. Mutluluk, çokluğun ve zor olan şeylerin içinde değil, aksine azlığın, yokluluğun ve sıradan şeylerin içindedir. Tabi bunu anlayabilenler ve anlamlandırabilenler için.
Mutluluğu çokluğun içinde arayanlar her zaman hüsrana uğramıştır. Mutluluk sadelik ister. Sadeliği sever. Onun için mutluluğu aramak ve anlayabilme için sade olmak gerekir.
Hallac-ı Mansur mutluluğa dair şu veciz sözü ifade eder ve şöyle der:
“Mutluluk anlamaktır. Anlamadan sevmek, mutluluk vermez.”
Bunu söylerken, mutluluğun hayatımızın her yönünü kuşatabilmesi için kendimizden bir şeyler vermemiz gerektiğini vurgular. Bir şey veremiyorsak onun mutluluk olmadığının altını çizer. Kendinde olanın fazlasını, hiç olmayan birisi ile paylaşabiliyorsak işte bu noktada, mutluluk inşa etmeye başlamış oluyoruz.
Bir şeyi anlamak istiyorsak, önce anlamak istediğimiz şeye kendimizden bir şeyler katmalıyız. Katmalıyız ki, paylaşmanın verdiği haz ile mutluluğu tadabilelim. Aslında mutluluğun özünde vermek vardır. Verebildiğimiz kadar mutluyuzdur. Verebildiğimiz kadar huzur içindeyiz demektir. İşte bu tattığımız mutluluk bizi sevgi dolu kılmakta.
Bütün semavi dinlerin ortak paydası da paylaşmak üzerinedir. Daha doğru bir deyişle paylaşmak, verebilmek insan olmanın bir gereğidir. Erdemli insanlar ancak bunu başarabilir. Mutluluk paylaşmak ile başlar, paylaşmak ise empati kurmak demektir. Paylaşan insanlar, empati kuran insanlar huzurludur. Zira paylaşmanın sonucunda ruhunun ihtiyacı olan duyguyu da doyurmuş olmaktayız.
Burada sizlere vakti zamanında yaşanmış bir hikayeyi aktararak mutluluğun kaynağını anlatmaya çalışacağım.
Bir zamanlar, hükümdarın biri çaresiz bir hastalığa yakalanır. Ülkenin bütün hekimleri tedavi için davet edilir. Ancak hiçbir hekim, hükümdarın hastalığına derman bulamazlar. Başka ülkelerden gelen hekimler bile hastalığa bir çare üretememişler. Bunun sonucunda hükümdar çaresiz bir şekilde hastalığı kabul edip artık ölümü beklemeye başlamış. Tam bu arada, sarayın kapısında ihtiyar bir kadın belirmiş, hükümdarın hastalığını duyunca saraya koşup gelmiş ve hükümdarın adamlarına “ben bu hastalığın çaresini biliyorum” demiş. Kadın bekletilmeden hükümdarın karşısına çıkartılmış.
Hükümdar hasta yatağından doğrularak ihtiyar kadına seslenmiş:
“Senin getirdiğin çare nedir?”
İhtiyar kadın şöyle cevap vermiş:
“Adamlarınız bütün ülkeyi dolaşıp, ülkenin en mutlu adamını bulacak ve onun gömleğini size getirecek. Siz de o gömleği giyince kurtulacaksınız.”
Hükümdar bu sözleri işitince önce hiddetlenmiş ama sonra da kabul etmiş. Adamlarına emir verip derhal bu ihtiyarın söylediği en mutlu adamı bulup buraya getirin demiş.
Bunun üzerine hükümdarın adamları bütün her yeri dolaşarak en mutlu insanı aramaya koyulmuşlar. İlk önce “en mutlular zenginler olur” düşüncesi ile zenginlerin kapılarını çalmışlar. Lakin zenginler içinde dert ve tasası olmayan, yani mutlu olan bir kimseye rastlamamışlar. Belki “fakir insanlar daha mutludur” diyerek fakirlerin yaşadığı bölgelere gitmişler fakat nafile, bütün memleketi karış karış dolaşan hükümdarın adamları aradıkları mutlu insanı bir türlü bulamamışlar. Koskoca memlekette mutlu insanı bulamamanın üzüntüsü içinde yorgun ve bitkin düşmüşler. Perişan bir vaziyette yollarına devam ederken yorgunluklarını ve susuzluklarını giderecek bir çeşme aramaya koyulmuşlar. Issız bir araziye ulaştıklarında, arazi içinde yıkık dökük, virane bir eve rastlamışlar, su istemek için bu eve doğru yönelmişler. Virane evin kapısına geldiklerinde içeriden yükselen bir sese kulak vermişler. İçeride bir adam;
“Ne kadar da mutluyum. Benden iyisi yok, karnımı da doyurdum. Yarın da çalışacak bir işim var. Benden iyisi yok!” diye haykırıyormuş. Hükümdarın adamları susuzluklarını unutarak “aradığımız adamı galiba bulduk” diyerek, yıkık virane haldeki evin içine girerler. Evin içine girdiklerinde hayretler içinde kalıyorlar. Zira evin içinde orta yerde yanan cılız bir mum var, yanan bu mum kendine zor ışık veriyor. Odayı zar zor aydınlatıyor. Yarı aydınlık odanın içinde ise bir adam var ancak adamın üzerinde gömlek yok. Hayretler içinde kalıyorlar. Ama orada ihtiyar kadının vermek istediği dersi anlıyorlar.
“Mutluluk insanı kendi içindedir.”
Mutluluğu anlayabilmek için kendin ile barışık olman gerektiğini anlıyorlar.
Mutluluğu getiren şeyin varlık olmadığını, yokluk içinde de insanın mutlu olabileceğini kavramış oldular.
Bugün günümüzde teknolojinin baş döndürücü bir boyuta geldiği süreçte elimizde en son teknolojiyi bulundurmak, mutluluk için gerekli şart değildir. Aslında bizi mutluluğa götüren anahtar kalbimizin derinliklerinde yatıyor. Mutluluğun anahtarı ise belki sırtındaki son gömleği veren Hz. Ebubekir (r.a.)’daki ince düşünce ve ruh;
“Mutluluğa ulaşabilmenin yolu elimizde olanı bir başkası ile paylaşmak, onun da mutlu olmasını sağlamaktır.”
Kısaca mutluluğu, birinin gülümsemesine vesile olmak olarak algılayabiliriz.
Mutluluk dediğimiz şey aslında çok basit bir şeydir. Mutluluk, çokluğun ve zor olan şeylerin içinde değil, aksine azlığın, yokluluğun ve sıradan şeylerin içindedir. Tabi bunu anlayabilenler ve anlamlandırabilenler için.
Mutluluğu çokluğun içinde arayanlar her zaman hüsrana uğramıştır. Mutluluk sadelik ister. Sadeliği sever. Onun için mutluluğu aramak ve anlayabilme için sade olmak gerekir.
Hallac-ı Mansur mutluluğa dair şu veciz sözü ifade eder ve şöyle der:
“Mutluluk anlamaktır. Anlamadan sevmek, mutluluk vermez.”
Bunu söylerken, mutluluğun hayatımızın her yönünü kuşatabilmesi için kendimizden bir şeyler vermemiz gerektiğini vurgular. Bir şey veremiyorsak onun mutluluk olmadığının altını çizer. Kendinde olanın fazlasını, hiç olmayan birisi ile paylaşabiliyorsak işte bu noktada, mutluluk inşa etmeye başlamış oluyoruz.
Bir şeyi anlamak istiyorsak, önce anlamak istediğimiz şeye kendimizden bir şeyler katmalıyız. Katmalıyız ki, paylaşmanın verdiği haz ile mutluluğu tadabilelim. Aslında mutluluğun özünde vermek vardır. Verebildiğimiz kadar mutluyuzdur. Verebildiğimiz kadar huzur içindeyiz demektir. İşte bu tattığımız mutluluk bizi sevgi dolu kılmakta.
Bütün semavi dinlerin ortak paydası da paylaşmak üzerinedir. Daha doğru bir deyişle paylaşmak, verebilmek insan olmanın bir gereğidir. Erdemli insanlar ancak bunu başarabilir. Mutluluk paylaşmak ile başlar, paylaşmak ise empati kurmak demektir. Paylaşan insanlar, empati kuran insanlar huzurludur. Zira paylaşmanın sonucunda ruhunun ihtiyacı olan duyguyu da doyurmuş olmaktayız.
Burada sizlere vakti zamanında yaşanmış bir hikayeyi aktararak mutluluğun kaynağını anlatmaya çalışacağım.
Bir zamanlar, hükümdarın biri çaresiz bir hastalığa yakalanır. Ülkenin bütün hekimleri tedavi için davet edilir. Ancak hiçbir hekim, hükümdarın hastalığına derman bulamazlar. Başka ülkelerden gelen hekimler bile hastalığa bir çare üretememişler. Bunun sonucunda hükümdar çaresiz bir şekilde hastalığı kabul edip artık ölümü beklemeye başlamış. Tam bu arada, sarayın kapısında ihtiyar bir kadın belirmiş, hükümdarın hastalığını duyunca saraya koşup gelmiş ve hükümdarın adamlarına “ben bu hastalığın çaresini biliyorum” demiş. Kadın bekletilmeden hükümdarın karşısına çıkartılmış.
Hükümdar hasta yatağından doğrularak ihtiyar kadına seslenmiş:
“Senin getirdiğin çare nedir?”
İhtiyar kadın şöyle cevap vermiş:
“Adamlarınız bütün ülkeyi dolaşıp, ülkenin en mutlu adamını bulacak ve onun gömleğini size getirecek. Siz de o gömleği giyince kurtulacaksınız.”
Hükümdar bu sözleri işitince önce hiddetlenmiş ama sonra da kabul etmiş. Adamlarına emir verip derhal bu ihtiyarın söylediği en mutlu adamı bulup buraya getirin demiş.
Bunun üzerine hükümdarın adamları bütün her yeri dolaşarak en mutlu insanı aramaya koyulmuşlar. İlk önce “en mutlular zenginler olur” düşüncesi ile zenginlerin kapılarını çalmışlar. Lakin zenginler içinde dert ve tasası olmayan, yani mutlu olan bir kimseye rastlamamışlar. Belki “fakir insanlar daha mutludur” diyerek fakirlerin yaşadığı bölgelere gitmişler fakat nafile, bütün memleketi karış karış dolaşan hükümdarın adamları aradıkları mutlu insanı bir türlü bulamamışlar. Koskoca memlekette mutlu insanı bulamamanın üzüntüsü içinde yorgun ve bitkin düşmüşler. Perişan bir vaziyette yollarına devam ederken yorgunluklarını ve susuzluklarını giderecek bir çeşme aramaya koyulmuşlar. Issız bir araziye ulaştıklarında, arazi içinde yıkık dökük, virane bir eve rastlamışlar, su istemek için bu eve doğru yönelmişler. Virane evin kapısına geldiklerinde içeriden yükselen bir sese kulak vermişler. İçeride bir adam;
“Ne kadar da mutluyum. Benden iyisi yok, karnımı da doyurdum. Yarın da çalışacak bir işim var. Benden iyisi yok!” diye haykırıyormuş. Hükümdarın adamları susuzluklarını unutarak “aradığımız adamı galiba bulduk” diyerek, yıkık virane haldeki evin içine girerler. Evin içine girdiklerinde hayretler içinde kalıyorlar. Zira evin içinde orta yerde yanan cılız bir mum var, yanan bu mum kendine zor ışık veriyor. Odayı zar zor aydınlatıyor. Yarı aydınlık odanın içinde ise bir adam var ancak adamın üzerinde gömlek yok. Hayretler içinde kalıyorlar. Ama orada ihtiyar kadının vermek istediği dersi anlıyorlar.
“Mutluluk insanı kendi içindedir.”
Mutluluğu anlayabilmek için kendin ile barışık olman gerektiğini anlıyorlar.
Mutluluğu getiren şeyin varlık olmadığını, yokluk içinde de insanın mutlu olabileceğini kavramış oldular.
Bugün günümüzde teknolojinin baş döndürücü bir boyuta geldiği süreçte elimizde en son teknolojiyi bulundurmak, mutluluk için gerekli şart değildir. Aslında bizi mutluluğa götüren anahtar kalbimizin derinliklerinde yatıyor. Mutluluğun anahtarı ise belki sırtındaki son gömleği veren Hz. Ebubekir (r.a.)’daki ince düşünce ve ruh;
“Mutluluğa ulaşabilmenin yolu elimizde olanı bir başkası ile paylaşmak, onun da mutlu olmasını sağlamaktır.”
Kısaca mutluluğu, birinin gülümsemesine vesile olmak olarak algılayabiliriz.
YORUMLAR