Kimilerine göre Kanuni Sultan Süleyman’a kimilerine göre de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ait olduğu söylenen “Köylü Milletin Efendisi”dir sözü kim tarafından söylendiğini bir kenara koyarak gerçekten köylü milletin efendisi mi? Değil mi buna bir bakalım.
İnsanlık, tarih boyunca yaşamlarını sürdürebilmek için yiyecekler üretmiştir. En temel besin kaynağı da her zaman diliminde buğday olmuştur. Dünyanın en bereketli toprakları tarih boyunca Mezopotamya ve Ege havzası olmuştur. Dolayısıyla dünyanın bilinen birçok medeniyeti de bu topraklar üzerinde kurulmuştur. 12 bin yıldan fazla Mezopotamya topraklarında buğday ekilmiş bugün de ekilmeye devam etmektedir.
Bugün ülkemiz toprakları bir yandan Mezopotamya’yı diğer yandan kıymetli topraklara sahip Ege’yi kapsamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günlerde savaştan çıkmış ve ciddi sıkıntılar ile boğuşurken bir yandan da ülkenin kalkınması için hamleler yapılmaya başlanmıştır. Bu hamlelerin büyük çoğunluğu tarımsal ürünler olmuştur. Bu tarımsal ürünlerin sanayi alanında kullanılması ile ülkenin gelişmesi hedeflenmiştir. Bunun en güzel örneğini pancar ekimi ve şeker fabrikalarında görmekteyiz. O yıllarda toplumun kalkınması, köyden ve tarımdan, merkez köylerden kentlere doğru ilerlemeye başlamıştır. Sağlam bir ekonomik ve sosyal düzen kurulması için başlatılan bu istikamette Türk köylüsüne düşen görev çok fazla idi. Zamanla modern tarımsal faaliyetler oluşturulacak ve bu sayede, toplum temel gıda ürünlerini kendisi üretecek, ürettiği ürünler ile hem beslenmesini sağlayacak hem de iç tüketim fazlasını yurt dışına satarak tarımsal ürünlerden elde edilecek döviz ile de sanayileşmenin finansmanı sağlanmış olacaktı. Sanayileşme, belirli bölgelerde kutuplaşma yerine ülkenin tamamına yayılacak, bütün sektörlerde meydana gelecek iyileşme ve gelişme sonucunda ülkenin genelinde toplumsal kalkınma modeli gerçekleşecekti. Cumhuriyetin ilk döneminde Atatürk’ün “İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi” kapsamında gündeme gelen bir söz olarak algılanan köylü milletin efendisidir sözü, Türk modernleşmesinin mihenk taşı ve toplumsal kalkınma kaldıracı olarak kullanılmak üzere tasarlanan cumhuriyet köylüsünü heyecanlandırmak ve ona verilen değeri ortaya koymak için ifade edilmiş bir söz olabilir.
Tarihsel süreci incelediğimizde, Türk nüfusu hem üretim ve ekonomik güç kaynağı, hem de Türk töresinin ve kültürünün taşıyıcı ana ekseni köy kökenli nüfus olmuştur. Bu göçebe Türk toplumlarında olduğu gibi Selçuklular ve Osmanlılarda da böyle olmuştur. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında bunu bariz şekilde görebiliyoruz. Yazar Hasan Kendirci “Türk Düşünce tarihinde Köy” kitabında da bu konulara yer vermiştir. Kitabında köy ve köylü kavramlarının Türk düşünce dünyası için ne anlama geldiğini ve aydın-toplum ilişkisini bu perspektifte yorumlamaya çalışmıştır. Cumhuriyetin banisi Atatürk’ün topyekûn milli kalkınma stratejisinin esasını, öncelikle Türk köylüsünü modern tarımsal üretim gücüne kavuşturmak, sonra da dalga dalga köyden kentlere doğru sanayileşmeyi geliştirmekti. Burada, Türk ekonomisinin temel eksenini tarıma, modern sanayileşme ve kentleşmenin hareket noktasını da köy kalkınmasına dayandırmaya çalıştırdığına şahit olmaktayız. İşte o dönemlerde köylüye gereken değer verilmeye başlanmış ürettiği ürünlerden elde edeceği kazancı kendi yaşamına yetecek ölçüde olması göz önünde bulundurulmuştur. Zira bütün ülkelerin en temel dayanağı her zaman tarım olmuştur. İlkel yöntemlerden bugün modern tarım yapılması sağlanmaya çalışılmaya devam etmektedir. Ülkemizdeki arazilerin kıymeti paha biçilmez, su kaynaklarımızın yeterli oluşu da köylünün işini daha da kolaylaştırmaktadır. Ancak günümüze doğru geldiğimizde modern tarımlaşmaya doğru evrildiğimiz süreçte köylülerin tarım faaliyetlerinden elde ettikleri kazançlarıyla masraflarını zor karşılar duruma gelmesi, toprakların miras yoluyla bölünmesi bununla birlikte tarımın en önemli girdisi olan zirai kimyevi ilaç ve gübrelemenin aşırı pahalı olması tarım faaliyetlerin azalmasına köyden kente doğru bir göç dalgasının yayılmasına sebebiyet oluşturmaktadır.
Bugün artık büyükşehir mantığı ile köylerimiz kırsal mahalle adı altında mahalleye dönüştürülmüş köylü ve köy kavramı ciddi darbe görmüştür. Köylülerde modern hayata ayak uydurarak birçoğu tarımsal faaliyetlerden uzaklaşmış ya da uzaklaşmaya çalışmaktadır. Bireysel emekliliğin de yaygınlaşması ile köylü belirli gelir seviyesine ulaştığı ve emeklik güvencesi altında olduğundan dolayı ve köylerde genç nüfusun her geçen gün azalması ile artık üreten köylü varlığı gittikçe azalmaktadır. Bununla birlikte çiftçi konumunda üreten köylüler kamudan alması gereken destek ve yardımları doğru şekilde yeterince ve zamanında alamaması, kendi ürettiği ürününü dahi kendisinin tüketemediği, ürettiğini şehirliye sattıktan sonra kendi gereksinimlerini fabrikasyon ve genetiği bozuk ürünler ile sağlaması, ürettiğini satabilmek için aracılar ve toptancılar tarafından mağdur edilmesi, günümüzde en büyük açmazlardan biri olan kredi ile yaşam sürmeleri, kredilerini ödeyemediklerinden dolayı haciz ile karşılaşmaları, tarım ve hayvancılık konularında basit ve göstermelik desteklemelerle üretiminden koparılmaya çalışılmaları, dışa bağımlı bir üretime doğru yol alınması, bu ve bunlara benzer daha yüzlerce sıralayabileceğimiz olumsuzlara baktığımızda, “Köylü Milletin Efendisi’dir“ sözünün artık bir anlamının kalmadığını, köylünün milletin efendisi mi ya da kölesi mi olduğunu düşünmekten edemez bir halde olduğumuzu gözlemliyoruz.
Yazımı bir bu sözün ortaya çıkmasına vesile olan bir hikâye ile tamamlamak istiyorum. 1913 yılında Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle yaşadığı fikir ayrılıkları sebebiyle, Enver Paşa tarafından Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderilir. O dönemde Bulgaristan henüz 5 yıllık bir ülkedir. Sofya’da bir pastane vardır. Diplomatik erkan genel olarak o pastane de kahvaltı yapmaktadır. Atatürk de kahvaltısını orada yapmaktadır.
Bir sabah yanında bohçası ile bir köylü girer pastaneye. Bohçasını
bir masanın yanına bırakır ve oturur. Köylünün yanına bir garson gelir. Köylü garsondan süt ve kek ister. Garson ise köylünün köylü kıyafeti ile pastanede olmasından rahatsızlık duyar ve köylünün pastaneden ayrılmasını ister. Köylü garsona itiraz eder ve tepki gösterir. Köylünün yanına diğer garsonlarda gelir ve kendisinden pastaneden çıkmasını isterler. Köylü duruma öfkelenir ve bağırmaya başlar.
“Senin sattığın sütü ben üretiyorum. Senin sattığın pasta, börek, çöreğin ununu ben üretiyorum. Peynirini, yoğurdunu ben üretip veriyorum. Pastaneye koyduğun meyveyi ben üretiyorum ve sen benim ürettiklerimi bana vermiyorsun öyle mi? Hayır çıkmıyorum ve kahvaltımı burada yapacağım!” der.
Duruma şahit olan herkes suspus olur. Köylünün istedikleri masasına gelir, kahvaltısını yapar ve bir miktar parayı masaya fırlatarak çıkar ve gider.
Bütün olup biteni izleyen gazi Mustafa Kemal, küçük kareli not defterine şu notu düşer. “Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir.” Ve ekler:
“Köylü Milletin Efendisi’dir.”
İnsanlık, tarih boyunca yaşamlarını sürdürebilmek için yiyecekler üretmiştir. En temel besin kaynağı da her zaman diliminde buğday olmuştur. Dünyanın en bereketli toprakları tarih boyunca Mezopotamya ve Ege havzası olmuştur. Dolayısıyla dünyanın bilinen birçok medeniyeti de bu topraklar üzerinde kurulmuştur. 12 bin yıldan fazla Mezopotamya topraklarında buğday ekilmiş bugün de ekilmeye devam etmektedir.
Bugün ülkemiz toprakları bir yandan Mezopotamya’yı diğer yandan kıymetli topraklara sahip Ege’yi kapsamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günlerde savaştan çıkmış ve ciddi sıkıntılar ile boğuşurken bir yandan da ülkenin kalkınması için hamleler yapılmaya başlanmıştır. Bu hamlelerin büyük çoğunluğu tarımsal ürünler olmuştur. Bu tarımsal ürünlerin sanayi alanında kullanılması ile ülkenin gelişmesi hedeflenmiştir. Bunun en güzel örneğini pancar ekimi ve şeker fabrikalarında görmekteyiz. O yıllarda toplumun kalkınması, köyden ve tarımdan, merkez köylerden kentlere doğru ilerlemeye başlamıştır. Sağlam bir ekonomik ve sosyal düzen kurulması için başlatılan bu istikamette Türk köylüsüne düşen görev çok fazla idi. Zamanla modern tarımsal faaliyetler oluşturulacak ve bu sayede, toplum temel gıda ürünlerini kendisi üretecek, ürettiği ürünler ile hem beslenmesini sağlayacak hem de iç tüketim fazlasını yurt dışına satarak tarımsal ürünlerden elde edilecek döviz ile de sanayileşmenin finansmanı sağlanmış olacaktı. Sanayileşme, belirli bölgelerde kutuplaşma yerine ülkenin tamamına yayılacak, bütün sektörlerde meydana gelecek iyileşme ve gelişme sonucunda ülkenin genelinde toplumsal kalkınma modeli gerçekleşecekti. Cumhuriyetin ilk döneminde Atatürk’ün “İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi” kapsamında gündeme gelen bir söz olarak algılanan köylü milletin efendisidir sözü, Türk modernleşmesinin mihenk taşı ve toplumsal kalkınma kaldıracı olarak kullanılmak üzere tasarlanan cumhuriyet köylüsünü heyecanlandırmak ve ona verilen değeri ortaya koymak için ifade edilmiş bir söz olabilir.
Tarihsel süreci incelediğimizde, Türk nüfusu hem üretim ve ekonomik güç kaynağı, hem de Türk töresinin ve kültürünün taşıyıcı ana ekseni köy kökenli nüfus olmuştur. Bu göçebe Türk toplumlarında olduğu gibi Selçuklular ve Osmanlılarda da böyle olmuştur. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında bunu bariz şekilde görebiliyoruz. Yazar Hasan Kendirci “Türk Düşünce tarihinde Köy” kitabında da bu konulara yer vermiştir. Kitabında köy ve köylü kavramlarının Türk düşünce dünyası için ne anlama geldiğini ve aydın-toplum ilişkisini bu perspektifte yorumlamaya çalışmıştır. Cumhuriyetin banisi Atatürk’ün topyekûn milli kalkınma stratejisinin esasını, öncelikle Türk köylüsünü modern tarımsal üretim gücüne kavuşturmak, sonra da dalga dalga köyden kentlere doğru sanayileşmeyi geliştirmekti. Burada, Türk ekonomisinin temel eksenini tarıma, modern sanayileşme ve kentleşmenin hareket noktasını da köy kalkınmasına dayandırmaya çalıştırdığına şahit olmaktayız. İşte o dönemlerde köylüye gereken değer verilmeye başlanmış ürettiği ürünlerden elde edeceği kazancı kendi yaşamına yetecek ölçüde olması göz önünde bulundurulmuştur. Zira bütün ülkelerin en temel dayanağı her zaman tarım olmuştur. İlkel yöntemlerden bugün modern tarım yapılması sağlanmaya çalışılmaya devam etmektedir. Ülkemizdeki arazilerin kıymeti paha biçilmez, su kaynaklarımızın yeterli oluşu da köylünün işini daha da kolaylaştırmaktadır. Ancak günümüze doğru geldiğimizde modern tarımlaşmaya doğru evrildiğimiz süreçte köylülerin tarım faaliyetlerinden elde ettikleri kazançlarıyla masraflarını zor karşılar duruma gelmesi, toprakların miras yoluyla bölünmesi bununla birlikte tarımın en önemli girdisi olan zirai kimyevi ilaç ve gübrelemenin aşırı pahalı olması tarım faaliyetlerin azalmasına köyden kente doğru bir göç dalgasının yayılmasına sebebiyet oluşturmaktadır.
Bugün artık büyükşehir mantığı ile köylerimiz kırsal mahalle adı altında mahalleye dönüştürülmüş köylü ve köy kavramı ciddi darbe görmüştür. Köylülerde modern hayata ayak uydurarak birçoğu tarımsal faaliyetlerden uzaklaşmış ya da uzaklaşmaya çalışmaktadır. Bireysel emekliliğin de yaygınlaşması ile köylü belirli gelir seviyesine ulaştığı ve emeklik güvencesi altında olduğundan dolayı ve köylerde genç nüfusun her geçen gün azalması ile artık üreten köylü varlığı gittikçe azalmaktadır. Bununla birlikte çiftçi konumunda üreten köylüler kamudan alması gereken destek ve yardımları doğru şekilde yeterince ve zamanında alamaması, kendi ürettiği ürününü dahi kendisinin tüketemediği, ürettiğini şehirliye sattıktan sonra kendi gereksinimlerini fabrikasyon ve genetiği bozuk ürünler ile sağlaması, ürettiğini satabilmek için aracılar ve toptancılar tarafından mağdur edilmesi, günümüzde en büyük açmazlardan biri olan kredi ile yaşam sürmeleri, kredilerini ödeyemediklerinden dolayı haciz ile karşılaşmaları, tarım ve hayvancılık konularında basit ve göstermelik desteklemelerle üretiminden koparılmaya çalışılmaları, dışa bağımlı bir üretime doğru yol alınması, bu ve bunlara benzer daha yüzlerce sıralayabileceğimiz olumsuzlara baktığımızda, “Köylü Milletin Efendisi’dir“ sözünün artık bir anlamının kalmadığını, köylünün milletin efendisi mi ya da kölesi mi olduğunu düşünmekten edemez bir halde olduğumuzu gözlemliyoruz.
Yazımı bir bu sözün ortaya çıkmasına vesile olan bir hikâye ile tamamlamak istiyorum. 1913 yılında Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle yaşadığı fikir ayrılıkları sebebiyle, Enver Paşa tarafından Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderilir. O dönemde Bulgaristan henüz 5 yıllık bir ülkedir. Sofya’da bir pastane vardır. Diplomatik erkan genel olarak o pastane de kahvaltı yapmaktadır. Atatürk de kahvaltısını orada yapmaktadır.
Bir sabah yanında bohçası ile bir köylü girer pastaneye. Bohçasını
bir masanın yanına bırakır ve oturur. Köylünün yanına bir garson gelir. Köylü garsondan süt ve kek ister. Garson ise köylünün köylü kıyafeti ile pastanede olmasından rahatsızlık duyar ve köylünün pastaneden ayrılmasını ister. Köylü garsona itiraz eder ve tepki gösterir. Köylünün yanına diğer garsonlarda gelir ve kendisinden pastaneden çıkmasını isterler. Köylü duruma öfkelenir ve bağırmaya başlar.
“Senin sattığın sütü ben üretiyorum. Senin sattığın pasta, börek, çöreğin ununu ben üretiyorum. Peynirini, yoğurdunu ben üretip veriyorum. Pastaneye koyduğun meyveyi ben üretiyorum ve sen benim ürettiklerimi bana vermiyorsun öyle mi? Hayır çıkmıyorum ve kahvaltımı burada yapacağım!” der.
Duruma şahit olan herkes suspus olur. Köylünün istedikleri masasına gelir, kahvaltısını yapar ve bir miktar parayı masaya fırlatarak çıkar ve gider.
Bütün olup biteni izleyen gazi Mustafa Kemal, küçük kareli not defterine şu notu düşer. “Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir.” Ve ekler:
“Köylü Milletin Efendisi’dir.”
Çalıntı alıntı tarih bilinci olmaması lazım…herkesin hakkı herkese verilmesi gerekiyor…at gözlüğü bakış; şartlanma/mankut düşünceli birey yetiştirir…