İnsanlar arasında iletişimi sağlayan şey konuşma sanatıdır. Konuşmadan konuşmaya, anlatmadan anlatmaya da fark vardır. Ancak sadece konuşmak yeterli değildir, konuşulanı da dinlemek gerekir. Çoğu zaman insanlar kendilerine yakın hissettikleri kişilerden daha çok etkilenirler.

Onun için, insanları yönetmek, ikna etmek ya da onları motive etmek istiyorsak, yani kısaca onları etkilemek istiyorsak, ilk önce onları iyi dinlemeyi bilmeliyiz.

Hayatın akışı içerisinde sürekli birilerinin anlattıklarını dinleriz. Anlatılanlardan kendimize ders çıkartmaya çalışır ve eksik yönlerimizi tamamlamaya gayret ederiz. Ancak burada değinmemiz gereken önemli bir konu var. Her zaman bir şeyler konunun uzmanları tarafından anlatılıyor. Anlatılanları da binlerce insan dinliyor. Anlatılanların tesir ve etkisine baktığımızda çok zayıf ya da yok denecek seviye de desek yanılmış ve yanlış söylemiş olmayız.

İşte tam bu noktada rahmetli Doğan Cüceloğlu’nun şu meşhur sözünü hatırlatmak istiyorum. “Konuşulan doğrular değil, yaşanan doğrular önemlidir.”

Doğruları konuşuyor olabiliriz. Doğrular doğru bir iletişim diliyle de anlatılıyor olabilir. Bu yönüyle bir sorun ortada yok gözükebilir. Ancak bu doğrular yaşantıya geçmiyorsa işte orada sorun başlıyor demektir. Anlatılanlar bizzat yaşantımıza yansımıyorsa sadece söz olarak hava da asılı kalıyorsa hiçbir mana ifade etmez. Doğruların ve iyi şeylerin yaşanmadan bir tesiri etkisi olmaz.

İmam-ı Azam ile bal yiyen bir çocuk arasında geçen bir hikâye bu konuyu çok güzel anlatmaktadır. Bir gün bir adam İmam-ı Azam’a gelerek şöyle der:

“Benim bir oğlum var ve bu oğlum çok bal yiyor. Başka da bir şey yemiyor.
Buna da paramızın yetmesi mümkün değil. Ayrıca hasta olmasından da korkuyoruz, Siz sevilen sayılan birisiniz. Ona söyleyin de bu kadar çok bal yemesin.”
İmam-ı Azam biraz düşünür ve onlara: “Şimdi gidin. 40 gün sonra gelin” der.
Aradan 40 gün geçtikten sonra adam oğluyla birlikte tekrar İmam-ı Azam’ın huzuruna gelir. Bu kez İmam-ı Azam çocuğa dönerek sadece şunu söyler: “Oğlum, bundan sonra bal yeme!” der. Çocuğun babası bu duruma çok sinirlenir ve kızarak şöyle der:  
“Sadece 3 kelimelik bir cümle söylemek için mi bizi 40 gün beklettin? Ey imam. Bunu sana ilk geldiğimiz zaman da  söyleyebilirdin!”

İmam-ı Azam gayet sakin bir şekilde şu ibret alınması gereken cevabı verir:
“Ben de bal yemeyi çok severim. O ilk geldiğinizde bende bal yemiştim. O günden beri 40 gün boyunca hiç bal yemedim. Demek ki bal yememe işi yapılabiliyormuş. Ben bunu kendi nefsimde başardım. Ben başardıysam bunu o çocuk da başarabilir diye düşündüm. Ayrıca o zaman kendimin yaptığı bir işi başkasının yapmamasını istemem onun üzerinde bir tesir bırakmayacağını bildiğimden önce kendim bal yemeyi terk etmem gerekir ki, sözümün tesiri olsun diye düşündüm.” O nedenle ilk geldiğinizde hiçbir şey söylemeden sizi gönderdim der.

Yaşanan doğruların anlatılanlardan daha tesirli olduğunu bir başka örnekle de şöyle izah edebiliriz. Yaklaşık bir yıl önce kıymetli bir dostumuzun oğlunun düğün merasimine iştirak etmiştim. Düğüne konuşmacı olarak davet edilen hoca efendi genç bir arkadaş idi. Anlattıkları arasında çok ibretlik bir konu oldu ki hala kulaklarımda o anlattığı çınlamaktadır. İfade ettiği konu şuydu:

El emin olan Hz. Peygamber Efendimiz kendisine risalet gelinceye kadar, yani 40 yaşına kadar hiç konuşmadı. Hep yaşadı ve yaşantısıyla Arap Yarımadası’nda Mekke’de örnek bir insan olmuştu. Herkes kendisini emin, güvenilir, doğru ve dürüst bir insan olarak tanımıştı. Yani hiç konuşmadan sadece yaşantısıyla kendisini ifade etmişti. 40 yaşına geldikten sonra Peygamber oluşu ve ilk ayet “Oku” emrinin kendisine tebliğiyle 23 yıl boyunca da Allah’ın dininin insanlara anlatmaya başlamış ve 23 yıl boyunca hiç susmamış, hakikati, İslam’ı tebliğ etmiştir. 40 yıl boyunca emin olan ve yaşantısıyla örnek olan Allah’ın Rasûlü 40 yaşından sonra doğruları, iyiliği ve güzelliği haykırarak insanların kendisine inanmasını sağlamıştır. Kısacası sözleri tesir etsin diye önce yaşamış sonra  konuşmaya başlamıştır.

Bugün en büyük eksiğimiz sürekli konuşuyor olmamız. Sürekli birileri çıkıp bir şeyler anlatıyor. Ancak bu anlatılanlar yaşantıya geçirilemediği için de hiç kimse üzerinde tesir ve etki bırakmamaktadır. Dinlediklerimizin tesir etmesi için yapılacak iş, anlatılar doğru ve düzgünce dinlenilmeli, kalbimize gönlümüze nakşedilmeli ve daha sonra da yaşanmalıdır.