Günümüzün en büyük sorunlarından biri de çarpık kentleşme. Maalesef ne hazindir ki insanoğlunun hırsına kentler yenik düşmüştür. Aslında yenik düşen kentler değil insanlığın geleceğidir.

Binlerce yıldır biz Türkler göçebe hayatı yaşamışız. Göçebe hayatı denilince ilk akla gelen çadır hayatıdır. Yazlık ve kışlık olmak üzere sürekli yaşam yerleri değiştirilmiştir. Bunun en önemli sebebi ise hayvancılık ile uğraşıldığından hayvanların otlanabilmesi, daha verimli arazilerde yayılarak, hayvanın insana sunduğu nimetlerinin daha leziz ve daha değerli olmasının sağlanmasıdır.

Göçebe hayattan yerleşik hayata geçilmeye başlanması ile birlikte daha önceleri çadırlarda olan barınma ihtiyacı kimi zaman ahşaptan, kimi zaman taştan binalar yapılarak giderilmeye çalışılmıştır. Anadolu kapılarının biz Türklere açılmasıyla bir anlamda Batı ile de komşu olunca onların yaptığı taş binalar gibi binalar yaparak Anadolu’yu imar etmeye başladık. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde mimarlar dönemin izlerini yüzyıllar sonrasına aktaracak şekilde maharetlerini ortaya koymuşlardır. O günlerde yapılan cami, imarethane, köprü, han, hamam ve diğer eserler bütün ihtişamı ile günümüze kadar gelmiştir.  

Bunun yanı sıra halkın ikamet ettiği evler genelde avlulu ve tek katlı idi. Bazı evler ise bugün dubleks diye tabir etiğimiz şekilde iki katlı idi. Ama istisnasız hemen hemen her ev bir avlu, bir bahçe içerisinde idi. Evler yapılırken herkes birbirine saygılı bir şekilde davranır, hiç kimse bir başkasının manzarasının önünü kesmeye çalışmaz bir diğer önemli husus ise, evler yapılırken bir başkasının mahremiyetine de özen gösterilirdi. O derece ki, karşıdaki evlerin pencereleri ile yapacakları evlerin pencereleri karşı karşıya gelmemesine özen gösterilirdi. Bu derece zarafet ve incelik hakimdi.

Aynı şekilde Batıda da kentler dizayn edilirken birçok hassasiyete dikkat edilir. Özellikle nehir kenarları, suyun bulunduğu yerlerde su kaynakları da zarar görmesin diye binalar ona göre bir tertip ve düzen içerisinde inşa edildiği ifade ediliyor. Şehirlerin her tarafına yüksek binalar yapılmaz. Belli bölgelere belli yükseklikte bina yapılmasına müsaade edilir. Belli yerlerde ise belirli bir yüksekliğin üzerine çıkılmasına asla müsaade edilmezmiş.

Gelelim bugün bize. Ne hazindir ki, para hırsı iyice gözümüzü bürüdü. Şehirlerimizi kendi ellerimiz ile katlettik. Ve acımasızca katletmeye de devam ediyoruz. Şöyle İstanbul’a bakıyorum, Fatih Sultan Mehmet Han’ın fethettiği ve bizlere emanet ettiği şehir bu olamaz diyorum. Sadece İstanbul’un ve ülkemizin değil, dünyanın bir incisi olan İstanbul Boğazı ve Marmara Denizini bu derece kirletmek, vahşi binalar dikerek güzelim görselliğini mahvetmek ve daha dur durak bilmeden şehri çirkinleştirmeye devam etmemizin hiçbir izah tarafı yok. Şehirler böyle gelişmez ve böyle kalkınmaz. Şöyle tepeden İstanbul’a baktığımızda o çirkin yapılaşmaya şahit oluyoruz. Şehrin kalbine bir hançer gibi sapladığımız bu çok katlı yüksek binaların yarın geri dönüşü de yok.

Şehri öyle bir planlamalıydık ki, şehirde çok katlı yüksek binaların bulunacağı yerler belli olmalı idi. Her ilçenin imarı farklı farklı olmalıydı. Bugün varoş diye tabir edilen bir ilçeye girdiğimizde 2 katlı, 3 veya 5 katlı binaların arasında 10 katlı, 15 katlı hatta daha fazla gökdelen gibi binaya rastlıyorsunuz hiçbir estetik ifade etmiyor. Hiçbir güzellik sunmuyor. Rant uğruna şehirleri bu hale getirmeye asla hakkımız yok. Bugün biz, estetik yapılaşması ve yaptığı mimari dehalar ile Selçuklu ve Osmanlı ile övünüp duruyoruz. Peki, yarın bizim yaptığımız bu gökdelenler ile bizim torunlarımız neyimizle övünecek. “Bize nasıl bir dünya bırakmışsınız, nasıl bir şehir bıraktınız” diyerek arkamızdan bizi mi çekiştirecekler. Hatanın neresinden dönülürse kârdır. Hiç değilse bundan sonra bir imar planımız olsun. Bu imar planı ranta kurban edilmesin. İmar planları sadece belediyelerin tekeline bırakılmamalı. Kaymakamlıklar, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı da işin içinde olmalı. Daha estetik, daha göze hoş gelen binalar inşa edilmeli. Şehirler yaşanabilir hale getirilmelidir. Bugün artık büyük kentler İstanbul, Ankara ve İzmir yaşanabilir olmaktan çıkmıştır. Şehirlere insanları doldurmanın bir manası yok. Mega köy haline gelen bu kentlerdeki nüfus yoğunluğunu dağıtmaya çalışmak lazım. Nüfus yoğunluğu daha az olan şehirlerde iş imkanlarını çoğaltmak, oralardaki yaşam kalitesini arttırmak ve o bölgelerde üretimi teşvik ederek nüfusu o bölgelere doğru kaydırmak lazım.

Bugün kiminle konuşsak herkes bu durumdan muzdarip. Devletin en tepe noktası dahil dikey mimari yerine yatay mimariden bahsediyor. Ancak dinleyen kim. Gelin şehirlerimiz tamamen elimizden kayıp gitmeden, gelecek nesillere utanç verici çarpık ve çapraşık kentler emanet edeceğimize, kendimize gelelim. Hep birlikte seferberlik yapalım. Birbirimizi uyaralım. Aç gözlülüğe bir son verelim.

Yaşanabilir şehirler imar edelim. Yaşanabilir göze hoş gelen, görüntüyü bozmayan binalar yapalım. En önemlisi de yapacağımız binalar bir mimari örnek olacak şekilde olsun. Gelişi güzel, mimari bir anlam ifade etmeyen binalar dikmekten vazgeçelim.