Anadolu coğrafyası üzerinde fabrika üretimi kaşıkların yaygınlaşmadığı dönemde hemen hemen her bölgede, bölgenin karakteristik özelliğini yansıtan kaşıkların yapıldığı kaşıkçılık mesleği gelişmiştir.
Menşei prehistorik dönemlere kadar götürülen ve Eski Türkçe’de yontmak anlamına gelen kaşumak-kaşamak kelimelerinden türediği belirtilen kaşık başlangıçta sadece ihtiyaca yönelik olarak yapılmaya başlanmıştır. Ancak zaman içerisinde üreticisinin bilgi ve becerisini ortaya koyarak, doğal hammaddeleri, el ve basit aletleri kullanılarak yaptığı kaşıklar birer sanat eserine dönüşmüştür. Toplumun kuşaktan kuşağa aktararak ilmek ilmek dokuduğu sanat eseri kaşıklar, üreticisinin zevk ve becerisini yansıtan ve aynı zamanda üreticisine bir gelir getiren önemli bir kültür öğesi olma özelliğini kazanmıştır. Anadolu’nun her yöresinde yapılan kaşıklar da o bölgenin kendi karakteristik özellikleri yansıtılmaya çalışılmış ve her bölgenin kaşığı birbirinden farklılık göstermiştir.
Bir dönem ahşaptan yapılan kaşıklar büyük bir sanat eseri olarak tasarlanmış sapları savat-aznavur, kalem işi gibi tekniklerle süslenmiştir.
“Hiçbir kültür birdenbire ortaya çıkmamıştır. Kültürlerin, uzun bir gelişim devresi geçirdiği bilinmektedir. Büyük bir zenginlik gösteren “Türk Yemek Kültürü” ne bağlı olarak kaşık kültürünün de değişik tiplerde ortaya çıkmış olması çok olağan bir durumdur. Kaşık kültürümüzün kaynağı Orta Asya’ya kadar dayanmaktadır. Türkistan kazılarında değişik kaşıkların buluntuları, eski Uygur tıp kitaplarında ilaç içimi ile ilgili olarak “kaşık” kelimesinin ölçek olarak gösterilmesi, Kırgız Türklerinin ağaç kaşık yapanlara ‘kırmacı’ adını vermeleri ve Türkler tarafından boyalı, sırlı tahta kaşıklara çapma kaşık adlarının verilmesi, bunun göstergesidir. Yine Anadolu’da ilk Türk kaşık örnekleri Selçuklularla ortaya çıkmaktadır. Buraya da bu kültür Orta Asya’dan gelmiştir. Tarihte bilinen ilk Türk mutasavvıfı Hoca Ahmet Yesevi’nin ana mesleği, kaşıkçılıktır. Kaşıkçılık mesleği, Hoca Ahmet Yesevi’nin öğrencileri ve takipçileri olan Horasan Erenleri tarafından Anadolu’ya getirilmiş, Anadolu Erenleri, hem meslek hem de Hoca Ahmet Yesevi’nin hatırası olarak bu mesleği yaşatmışlardır. Kaşıkçılık önce Karaman’da (Larende) yaygınlaşmış, üretilen kaşıklar, daha büyük bir yerleşim ve pazara sahip olduğu için Konya’ya getirilerek satılmıştır. Mevlâna Celaleddin-i Rumi ile birlikte Karaman’dan Konya’ya gelen Horasan Erenleri bu mesleği Konya’ya taşımışlardır. Konya bozkır olması ve Konya’da şimşir ağacı hiç olmamasına rağmen Konya’da kaşıkçılığın yaygınlaşması bu Horasan Erenlerine dayanmaktadır. Dervişler ve Ahiler kaşıkçılık mesleğini kuşaktan kuşağa aktararak bugünlere taşımışlardır. Ayrıca bu dervişler ve Ahiler, kaşıkları kuşaklarında kutsal bir hatıra olarak taşımışlardır.
Yeniçeriler ve deliler börklerinde mutlaka tahta kaşık bulundururlarmış. Kaşığa dair geçmişten günümüze çok manidar incelikler ve anlamlar yüklenmiştir. Satırlarımızın bu bölümünde bu manalara yer vermeye çalışalım.
Mevlevi Dergahında yeni gelen Can’a çift taraflı kaşık verilirmiş. Bu çift taraflı kaşığın bir tarafıyla çorba içilir diğer tarafıyla da pilav yenirmiş. Kaşığın sapı yuvarlak olurmuş, bunun sebebi ise kaşık kolayca döndürülebilsin. O dönemlerde aynı kaptan yemek yenildiği için kaşığın sofraya bakan kenarıyla yemek alınır, diğer kenarıyla da ağza götürülürmüş. Böylece mümkün olduğu kadar kaşığın ağza değen kenarı yemeğe daldırılmamış olurmuş.
Evlenmek isteyen delikanlılar bu isteklerini izhar etmek için pilavın ortasına kaşığı diker ve kalkarmış. Evlenmek isteyen genç kızlar da sofraya bir kaşık fala koyarlarmış.
Yine köy düğünlerinde yemekten evvel bir torbanın içinde üzerinde beyit ve maniler yazılı kaşıklar dağıtılırmış. Bunlar bir eğlenceye sebep teşkil eder ve sonra da hatıra olarak saklanırmış.
Akşam yemeği zamanına bugün de bazı köylerde (Kaşık Çalımı) denilmektedir.
Yeniçeriler başlarındaki üsküfelerin tuğ takılan yerine birer kaşık sokar ve birbirlerine (Kaşık yoldaşı) derlermiş.
Kaşık her ağaçtan yapılabilmektedir. Ancak kaşık ustalarına göre en iyisi şimşir ağacından yapılanıdır. Şimşir ağacı; mikrop barındırmaz, yağını suyunu yemeğe yansıtmaz, yemeğin yağını, suyunu, lezzetini emmez. Yemek kaşığı olarak kullanılacak şimşir ağacına rugan cila atılmalıdır. Rugan cila özellikle kayısı, erik, çam ağaçlarından akan reçineler (sakızlar) toplanarak keten tohumu yağı ve badem yağıyla birlikte kaynatılarak elde edilir. Yani iyi bir kaşıkta vernik değil, doğal olan rugan cila kullanılmalıdır.
Konya kaşığının üzerindeki yeşil “destarlı sikke”, Hz. Mevlana’nın Konya’da metfun olduğunu ve Mevleviliğinin Konya’da doğduğunu sembolize etmektedir. Aşkın çiçeği “lale” ise, derviş olmak için aşk gerektiğini, lale soğanının çiçeğe dönüşmesini ve pişirdiğimiz aşa aşk katmak gerektiğini anlatır.
Bilindiği gibi dansın doğuşu insanlığın var olması ile başlar. Herhangi bir ritim aracının bulunmadığı dönemlerde dans eden insan, bu ritim ihtiyacını ya ellerini birbirine ya da ayaklarını yere vurarak elde ettikleri sesle sağlarlardı. Zamanla insanlar buldukları sert madenleri veya cisimleri birbirine vurarak çıkarttıkları sesle ritim, tempo elde etmeye başlamışlardır. Türklerde ise ritim ihtiyacının bir sonucu olarak kaşık halk oyunlarında eşlik eden bir alet olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin zeybek türünün ya da teke türünün içinde de kaşık oyununun bulunduğunu belirtebiliriz.
Kaşık ile ilgili birçok deyim ve atasözümüz vardır. Bunlardan birkaçını hatırlayarak yazımızı nihayete erdirelim:
Kaşığı ile yedirip sapı ile göz çıkarır.
Bir kaşık suda boğmak.
Cümlenin kaşığı bir kaba girsin.
Kadının eli kaşık sapında şişer.
Herkesin kaşığı, ağzının yakışığı.
Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
Kaşık kısmete bağlıdır.
Kaşığın eskisi, dostun yenisi.
Ne koyarsan aşına, o çıkar kaşığına.
Ne varsa kısmetinde, o çıkar kaşığında.
Çömlek demiş dibim altın, kaşık demiş girdim çıktım.
Her kaşığın kısmeti bir olmaz.
Aşure yemeye giden kaşığını taşır.
Pilav yiyen kaşığını yanında (belinde) taşır.
Menşei prehistorik dönemlere kadar götürülen ve Eski Türkçe’de yontmak anlamına gelen kaşumak-kaşamak kelimelerinden türediği belirtilen kaşık başlangıçta sadece ihtiyaca yönelik olarak yapılmaya başlanmıştır. Ancak zaman içerisinde üreticisinin bilgi ve becerisini ortaya koyarak, doğal hammaddeleri, el ve basit aletleri kullanılarak yaptığı kaşıklar birer sanat eserine dönüşmüştür. Toplumun kuşaktan kuşağa aktararak ilmek ilmek dokuduğu sanat eseri kaşıklar, üreticisinin zevk ve becerisini yansıtan ve aynı zamanda üreticisine bir gelir getiren önemli bir kültür öğesi olma özelliğini kazanmıştır. Anadolu’nun her yöresinde yapılan kaşıklar da o bölgenin kendi karakteristik özellikleri yansıtılmaya çalışılmış ve her bölgenin kaşığı birbirinden farklılık göstermiştir.
Bir dönem ahşaptan yapılan kaşıklar büyük bir sanat eseri olarak tasarlanmış sapları savat-aznavur, kalem işi gibi tekniklerle süslenmiştir.
“Hiçbir kültür birdenbire ortaya çıkmamıştır. Kültürlerin, uzun bir gelişim devresi geçirdiği bilinmektedir. Büyük bir zenginlik gösteren “Türk Yemek Kültürü” ne bağlı olarak kaşık kültürünün de değişik tiplerde ortaya çıkmış olması çok olağan bir durumdur. Kaşık kültürümüzün kaynağı Orta Asya’ya kadar dayanmaktadır. Türkistan kazılarında değişik kaşıkların buluntuları, eski Uygur tıp kitaplarında ilaç içimi ile ilgili olarak “kaşık” kelimesinin ölçek olarak gösterilmesi, Kırgız Türklerinin ağaç kaşık yapanlara ‘kırmacı’ adını vermeleri ve Türkler tarafından boyalı, sırlı tahta kaşıklara çapma kaşık adlarının verilmesi, bunun göstergesidir. Yine Anadolu’da ilk Türk kaşık örnekleri Selçuklularla ortaya çıkmaktadır. Buraya da bu kültür Orta Asya’dan gelmiştir. Tarihte bilinen ilk Türk mutasavvıfı Hoca Ahmet Yesevi’nin ana mesleği, kaşıkçılıktır. Kaşıkçılık mesleği, Hoca Ahmet Yesevi’nin öğrencileri ve takipçileri olan Horasan Erenleri tarafından Anadolu’ya getirilmiş, Anadolu Erenleri, hem meslek hem de Hoca Ahmet Yesevi’nin hatırası olarak bu mesleği yaşatmışlardır. Kaşıkçılık önce Karaman’da (Larende) yaygınlaşmış, üretilen kaşıklar, daha büyük bir yerleşim ve pazara sahip olduğu için Konya’ya getirilerek satılmıştır. Mevlâna Celaleddin-i Rumi ile birlikte Karaman’dan Konya’ya gelen Horasan Erenleri bu mesleği Konya’ya taşımışlardır. Konya bozkır olması ve Konya’da şimşir ağacı hiç olmamasına rağmen Konya’da kaşıkçılığın yaygınlaşması bu Horasan Erenlerine dayanmaktadır. Dervişler ve Ahiler kaşıkçılık mesleğini kuşaktan kuşağa aktararak bugünlere taşımışlardır. Ayrıca bu dervişler ve Ahiler, kaşıkları kuşaklarında kutsal bir hatıra olarak taşımışlardır.
Yeniçeriler ve deliler börklerinde mutlaka tahta kaşık bulundururlarmış. Kaşığa dair geçmişten günümüze çok manidar incelikler ve anlamlar yüklenmiştir. Satırlarımızın bu bölümünde bu manalara yer vermeye çalışalım.
Mevlevi Dergahında yeni gelen Can’a çift taraflı kaşık verilirmiş. Bu çift taraflı kaşığın bir tarafıyla çorba içilir diğer tarafıyla da pilav yenirmiş. Kaşığın sapı yuvarlak olurmuş, bunun sebebi ise kaşık kolayca döndürülebilsin. O dönemlerde aynı kaptan yemek yenildiği için kaşığın sofraya bakan kenarıyla yemek alınır, diğer kenarıyla da ağza götürülürmüş. Böylece mümkün olduğu kadar kaşığın ağza değen kenarı yemeğe daldırılmamış olurmuş.
Evlenmek isteyen delikanlılar bu isteklerini izhar etmek için pilavın ortasına kaşığı diker ve kalkarmış. Evlenmek isteyen genç kızlar da sofraya bir kaşık fala koyarlarmış.
Yine köy düğünlerinde yemekten evvel bir torbanın içinde üzerinde beyit ve maniler yazılı kaşıklar dağıtılırmış. Bunlar bir eğlenceye sebep teşkil eder ve sonra da hatıra olarak saklanırmış.
Akşam yemeği zamanına bugün de bazı köylerde (Kaşık Çalımı) denilmektedir.
Yeniçeriler başlarındaki üsküfelerin tuğ takılan yerine birer kaşık sokar ve birbirlerine (Kaşık yoldaşı) derlermiş.
Kaşık her ağaçtan yapılabilmektedir. Ancak kaşık ustalarına göre en iyisi şimşir ağacından yapılanıdır. Şimşir ağacı; mikrop barındırmaz, yağını suyunu yemeğe yansıtmaz, yemeğin yağını, suyunu, lezzetini emmez. Yemek kaşığı olarak kullanılacak şimşir ağacına rugan cila atılmalıdır. Rugan cila özellikle kayısı, erik, çam ağaçlarından akan reçineler (sakızlar) toplanarak keten tohumu yağı ve badem yağıyla birlikte kaynatılarak elde edilir. Yani iyi bir kaşıkta vernik değil, doğal olan rugan cila kullanılmalıdır.
Konya kaşığının üzerindeki yeşil “destarlı sikke”, Hz. Mevlana’nın Konya’da metfun olduğunu ve Mevleviliğinin Konya’da doğduğunu sembolize etmektedir. Aşkın çiçeği “lale” ise, derviş olmak için aşk gerektiğini, lale soğanının çiçeğe dönüşmesini ve pişirdiğimiz aşa aşk katmak gerektiğini anlatır.
Bilindiği gibi dansın doğuşu insanlığın var olması ile başlar. Herhangi bir ritim aracının bulunmadığı dönemlerde dans eden insan, bu ritim ihtiyacını ya ellerini birbirine ya da ayaklarını yere vurarak elde ettikleri sesle sağlarlardı. Zamanla insanlar buldukları sert madenleri veya cisimleri birbirine vurarak çıkarttıkları sesle ritim, tempo elde etmeye başlamışlardır. Türklerde ise ritim ihtiyacının bir sonucu olarak kaşık halk oyunlarında eşlik eden bir alet olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin zeybek türünün ya da teke türünün içinde de kaşık oyununun bulunduğunu belirtebiliriz.
Kaşık ile ilgili birçok deyim ve atasözümüz vardır. Bunlardan birkaçını hatırlayarak yazımızı nihayete erdirelim:
Kaşığı ile yedirip sapı ile göz çıkarır.
Bir kaşık suda boğmak.
Cümlenin kaşığı bir kaba girsin.
Kadının eli kaşık sapında şişer.
Herkesin kaşığı, ağzının yakışığı.
Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
Kaşık kısmete bağlıdır.
Kaşığın eskisi, dostun yenisi.
Ne koyarsan aşına, o çıkar kaşığına.
Ne varsa kısmetinde, o çıkar kaşığında.
Çömlek demiş dibim altın, kaşık demiş girdim çıktım.
Her kaşığın kısmeti bir olmaz.
Aşure yemeye giden kaşığını taşır.
Pilav yiyen kaşığını yanında (belinde) taşır.
YORUMLAR